Paylaş
We spoke with Attorney Özlem Altıparmak from the Foundation for Law, Nature and Society about the impacts of climate change on women and girls.
Attorney Özlem Altıparmak of the Foundation for Law, Nature and Society describes herself as a legal professional, a feminist, and an advocate for nature and human rights.
She notes that calling these definitions simple would be unjust, since even exploring the meaning of each concept could take a long conversation with her.
Altıparmak summarizes: ‘I am a lawyer, but I do not only practice traditional courtroom and litigation law. I provide consultancy and expertise in different programs and projects in these intersecting fields I have mentioned. With the awareness that we are part of nature, I advocate for gender equality, our rights, and a dignified life.
“She adds: ‘We’ve always collaborated with rights-based NGOs, but last year we founded our own — the Foundation for Law, Nature and Society (HUDOTO) — and since then we’ve been carrying out our work under this foundation.’”
“Women and children remain the most defenseless against disasters.”
“In various reports issued by the United Nations Entity for Gender Equality and the Empowerment of Women (UN Women), it is noted that women and girls may, in many circumstances, be disproportionately affected by the consequences of global warming compared to men. What factors underlie this disparity?”
Unfortunately, we are living in a period when we experience the impacts of climate change as disasters. Although disasters in our geography are often thought of only in terms of earthquakes, we are in fact exposed to climate change-related disasters such as floods, forest fires, and droughts. Being a woman in a disaster-prone geography, however, brings entirely different challenges. Disasters always deepen existing inequalities, while also creating new ones. If gender-based violence, early marriage, or women’s poverty already exist, all of these are further exacerbated and intensified by disasters. This is not only true for our country; research from around the world also points to the same reality.
I would also like to correct a common misconception. While we are used to the term ‘natural disaster,’ the United Nations no longer employs this terminology, as disasters are not natural — hazards are. Disasters are the result.
What turns a hazard into a disaster are inadequate planning, strategies, and policies. In other words, an earthquake — a movement of the earth’s crust that we know will happen and can fully anticipate scientifically — becomes a disaster not because of nature itself, but due to governmental inertia or flawed practices.
Therefore, the terminology and discourse of ‘natural disaster’ has been abandoned by both the UN and international rights-based organizations. It is essential that we also embed this perspective and discourse in Turkey.
It is neither natural nor destiny that we experience nature-based hazards as disasters, resulting in death and harm. The terminology we use defines our methods of struggle. Hence, it is important to adopt the UN’s perspective on this matter and to abandon the usage of ‘natural disaster.
Naturally, the impacts of climate change are not experienced equally by all.
It was the same during the pandemic, which is internationally defined as a biological disaster. Although the COVID-19 virus was singular, its impacts were not uniform. While some could work from home under secure economic conditions, others grew poorer and were obliged to leave their homes daily for work. Elderly people, refugees, persons with disabilities, and women did not experience the pandemic in the same way. The same holds true in the context of climate change.
Resilience to this change is not equal. A rural woman who relies solely on agriculture and works without insurance does not face the same losses as a wealthy urban resident with private flood insurance. Women and children, moreover, remain especially vulnerable to the effects of climate change.
The same holds true for countries. The Global South is consistently more exposed, poorer, and more vulnerable than the Global North. The resilience of Uganda to the climate crisis cannot be equated with that of the United States.
In what ways does gender inequality increase the risks faced by women and girls?
Women and children remain vulnerable to these risks. Vulnerability here does not refer to emotional fragility, but to reduced resilience and capacity to cope. Because of gender roles, women may, for instance, be unable to evacuate independently during a disaster.
Women are typically with their dependents, especially children. Furthermore, since fewer women know how to swim, their mortality rate is much higher during disasters such as floods. The reason women do not swim is not due to lack of ability, but due to social norms and restrictions. Swimming requires undressing in public, and while boys in villages or neighborhoods may freely strip down to their underwear and swim in rivers, girls are rarely afforded such opportunities.
Kız çocukları çok küçük yaştan itibaren kamusal alanda soyunamaz, yüzmeyi öğrenmekten de mahrum kalırlar. Kuraklık yine bir başka sorun. Kadınların geçim kaynakları daha ziyade tarım ve doğa kaynaklı.
Mal varlıkları da bir afette kolaylıkla yok olabilecek cinsten. Veya afet sonrası toparlanma sürecinde ilk elden çıkarılanlar yine kadının sahip olduğu küçük birikimler veya altınlar oluyor. Bu tip durumlarda kadına yönelik şiddetin, eğitimi bırakmanın ve erken yaşta evliliklerin de arttığını belirtmekte fayda var.
Kesişimsellik, öyle matematikte öğrendiğimiz sabit duran kümelerin ortak kesişim alanı değil. Ondan çok daha fazlasını düşünmek lazım.
Kesişimsellik toplumsal cinsiyet, ırk ya da sınıf gibi farklı kategoriler arasındaki karmaşık ilişkilerin açığa çıkartılmasıyla ilgilenir ve bu ilişkilerin ürünü olan farklı kesişim noktalarının analiz ederken yapısal eşitsizlik deneyimlerine odaklanır. İklim değişikliği ve afetlerdeki kesişimselliği de yapısal sorunlarla ve bin yıllardır örülmüş toplumsal cinsiyet normlarıyla birlikte ele almamız gerekir.
Bazı detaylar
İklim değişikliği, ve tüm çevresel riskler göz önüne alındığında, toplumsal cinsiyet odaklı yaklaşım nedir ve nasıl olmalıdır?
İklim değişikliği ve afetler üzerine çalışırken her zaman bu konuya kesişimsel yaklaşmamız lazım diyoruz. Çevre mücadelesi açısından bir konuya dikkat çekmek isterim. Kadınlar çevre mücadelesinde varlar ama ne yazık ki karar alma süreçlerinin dışındalar.
Köylerine bir maden ocağı açılacaksa, köylü kadınlar en önde pankartlarıyla duruyorlar ama iş toplantılara ve görüşme süreçlerine geldiğinde sadece erkekler var. Çünkü şirket sahipleri erkek, sermaye erkek, muhtar erkek, belediye başkanı erkek. Erkekler kulübünün içinde kadının sesi duyulmuyor.
Duyulan bir ses varsa da, o ses karar alma süreçlerinde değil, kadın köy meydanında slogan atıyor, jandarmanın karşısında duruyor ama kararlarda etkili ve anlamlı bir katılımı yok.
Bir kentte iklim değişikliğine uyum için bir planlama yapılırken kadının nasıl etkileneceğini dikkate almayı gerektirir. Tüm bu süreçlerde mevcut eşitsizlikleri yeniden üremememiz ve kadını güçlendirecek şekilde çalışmamız lazım.
Toplumsal cinsiyet analizini daha işe girişirken yapıyor olmamız lazım. Kesişimsel çalışmak bu demek. Yoksa sadece sayısal olarak bir toplantıda iki kadın iki erkek var; o zaman toplumsal cinsiyet eşitliği sağlandı demek değil. Kadını evde ücretsiz bakım emeğine hapsederken erkeklere yenilenebilir enerjide istihdam sağlayarak iklim adaleti tesis edemezsiniz.
Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Önümüzdeki dönemde İklim Değişikliği Sözleşmesinin Taraflar Konferansı COP29 Azerbaycan’da yapılacak. Dünyada uluslararası iklim müzakereleri açısından en önemli karar mercii ve organizasyon budur.
Azerbaycan ev sahibi olarak geçen hafta bir organizasyon komitesi kurdu ve ne yazık ki kurulan komitenin 28 üyesi de erkekti.
Bu çağda böyle bir uygulama akıl alır gibi değil gerçekten. Uluslararası kamuoyundan ve kadın örgütlerinden gelen tepkiler üzerine Azerbaycan bu hafta yeni bir açıklama yaptı ve komiteye 12 kadın ve 1 erkek üye daha eklediğini duyurdu. Şu anda 29 erkeğe 12 kadın şeklinde bir komite var. Böylesi önemli bir uluslararası toplantının organizasyonu için oluşturulan komitenin bile hali bu.
“Cinsiyet eşitliğinin sağlandığı, bir planlama üzerine kafa yormalıyız”
Yaşanan deprem felaketinden sonra maruz kaldıkları cinsiyet eşitsizliği, kadınları hangi risklerle karşı karşıya bıraktı? Felaketlerle mücadeledeki kapasitelerini nasıl etkiliyor?
Kadınlar evet bu tip afetlerde çok daha fazla etkileniyorlar ve ayrımcılığa uğruyorlar. Bizim Ülkemiz açısından en büyük sorun cinsiyete göre ayrıştırılmış verinin tutulmaması. Bu ayrımcılığı ve eşitsizlikleri görünür kılacak bir verimiz yok.
Biz Kastamonu Bozkurt’ta yaşanan sel felaketi için kadın ve erkek ölüm oranlarını sorduk. Pek çok farklı kuruma başvurduk, böyle veri tutmuyoruz ve tutmak zorunda da değiliz dediler.
Biz iklim değişikliği ve afetlerde kadınların daha fazla etkilendiğini anlatmak için Bangladeş’ten veya Hindistan’dan sel ve tsunami ölüm oranlarına dayanarak veriyoruz çünkü kendi ülkemizde çok daha küçük ölçekte yaşanan bir afette bile elimizde cinsiyete göre ayrıştırılmış veri yok. Bu durum hem kırılganlığı hem de eşitsizliği görünmez kılıyor. Pandemiyi hatırlayın, o dönemde veri ne kadar önemliydi. Ölenlerin yaşı, yoğun bakımdaki doluluk oranları gibi veriler ne çok şey anlatıyordu. İklim değişikliği ve afetteki veriler de böyle.
Kapasiteye gelirsek özellikle afet sonrası iyileştirme süreçlerinde kadınların organizasyonel becerilerinin ve kapasitelerinin de farkına varmak ve bu kapasitelerden yararlanmayı bilmek lazım. Yani kadına sadece bir “kurban” veya “mağdur” olarak bakış yine kadını güçsüzleştiren bir yaklaşımdır.
Kadının kapasitesi dediğimizde o kapasitenin de aslında toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle oluştuğunu bilmek ve kadınların gerçek anlamda kapasitelerini güçlendirmek için daha farklı çabalara girmek gerekir.
Örneğin, kadınlar çocuk bakımı biliyor diye sadece çocuk bakım kapasitesi vardır derseniz onu toplumsal cinsiyet rolüne hapsedersiniz. Bakım emeğinin farkına varmak, kapasite güçlendirilecekse hem erkeğin hem kadının istihdam edilebilirlik kapasitesini güçlendirmek, afet sonrası kentsel tasarımlara bakım emeğini dikkate alan, toplumsal alt yapı hizmetleri diyebileceğimiz sosyal bakım hizmetlerini de eklemek lazım.
Kapasitemiz var evet, ama kadını yine mutfakta konumlayan zihniyete karşı durmalıyız. Kamusal alanın eşit bölüşüldüğü, bakım emeğine değer verildiği ve bir toplumsal altyapı hizmeti olarak sunulduğu, ücretli hizmetlerde istihdam açısından toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlandığı, eşit fırsatların sunulduğu bir planlama üzerine kafa yormalıyız.
Peki Hocam toplumsal cinsiyet eşitliği olmadan sürdürülebilir bir gelecek inşa etmek mümkün mü?
Elbette değil. Birleşmiş Milletlerin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarına toplumsal cinsiyet eşitliği olmadan ulaşamazsınız.
Kalkınma da bir diğer sorunlu kavram. Sadece ekonomik bir kavrammış ve devletlerin gelişimine dairmiş gibi anlaşılsa da aslında kalkınma bir insan hakkıdır. Refah içinde yaşama, gelişmişlikten, kaynaklardan ve huzurdan pay alma hakkına biz kalkınma hakkı diyoruz. Yıllar boyunca kadın kalkınmada bir özne olarak tanınmadı. İklim değişikliğiyle mücadele ve uyum politikaları bir yeni düzen inşasını, enerji dönüşümünü ve sürdürülebilirliği gerektiriyor. Kadını sürdürülebilir kalkınmanın bir parçası görmeden gerçek anlamda sürdürülebilirlikten söz edemeyiz.
Toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifinden değerlendirecek olursak Türkiye’de eşitsizliklerin aşılması için mücadele çalışmalarının yeterli olduğunu düşünüyor musunuz? Devlet politikaları açısından durum ortada. Yıllarca toplumsal cinsiyet eşitliği anlattığımız kurumlarda “toplumsal cinsiyet” diyemez olduk. Cinsiyetin toplumsal olarak inşa edildiğini söylemek, yasaklı kavramlar arasına girdi.
Bu alanda yirmi yıldır çalışmış olan bir hak savunucusu olarak bu geldiğimiz noktayı kabul edemiyorum ve etmeyeceğim. Kadını ve toplumsal cinsiyet normlarını yok sayarak politika yapmaya ve düzen inşasına evrilmiş bir sistem var. Konuya iklim değişikliği açısından baktığımızda durum hiç açıcı değil.
Kadın ve toplumsal cinsiyet eşitliği alanında çalışan örgütler her gün artan şiddet ve hak ihlalleri nedeniyle iklim değişikliğini öncelikli çalışma alanı olarak görmüyor. Oysa iklim değişikliğine bağlı olarak kadının insan hakkı ihlallerini giderek artan şekilde yaşayacağız. İklim ve çevre örgütlerinin de toplumsal cinsiyet eşitliği gündemi değil. Ben iklim örgütleri içinde toplumsal eşitliğini gündeme getirdiğimde, sanki buna henüz sıra gelmemiş, daha önemli alanlar varken ve örneğin termik santraller dururken adil geçişte kadını konuşmanın ne anlamı varmış gibi bir tavırla karşılaşıyorum.
İklim alanında oldukça teknokrat, insandan uzaklaşmış ve bilgiden kaynaklı hiyerarşinin olduğu bir yapılanma da gözlemliyorum. Oysa iklim adaleti o bilgiyi erişilebilir ve anlaşılabilir kılmayı gerektiriyor. Başta da dediğim gibi kesişimsellik ve kesişimsel çalışma bu nedenle çok önemli.
Türkiye’de, ayrımcılığa karşı yasal düzenlemeler ne kadar yeterli? Ve ne kadar hayata geçirilebiliyor?
Ayrımcılıkla ilgili hukuki düzenlemeler oldukça yetersiz. Ayrımcılık temelleri sınırlı sayıda belirlenmiş durumda. Eksik düzenlemelere ek olarak uygulama konusunda da sıkıntı var. Ayrımcılığa uğradığınızı ispat konusu büyük bir problem.
Bu uygulamalara karşı mahkeme dışı yarı yargısal yolların etkili işlediğini söylemek ne yazık ki çok mümkün değil. Kamu Denetçiliği Kurumu ve TİHEK çok etkili kullanılmıyor ve bilinmiyor. İki kurumun ihlal bulgulamaları konusunda yapılmış raporlar ve çalışmaların sonuçlarına göre engellik temelinde yapılan ayrımcı uygulamaların ön plana çıktığını söyleyebilirim. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve ayrımcılık bakımından sistem yeterli değil. Nihayetinde mahkeme kararlarının yasaları uygulayanların kafasındaki ahlak, eşitlik ve ayrımcılık algısına göre belirlendiğini görüyoruz. Haksız tahrik hükümlerinin uygulanma biçimi ve sayısı bize çok şey anlatıyor. Böyle bir zihniyet yapısıyla ve eksik yasal düzenlemelerle ayrımcılığı bitirmek mümkün değil ne yazık ki.


 
			 
			 
			 
			
